Sample picture
 
Demir’in Zafer ile yaptığı görüşmede Ali’yi bulması zaten kötü olan ortamı iyice gerer. Ama kontrolsüz değildir bu sefer... Artık sorumlulukları artmıştır çünkü... Bir ailesi vardır... Asi vardır hayatında... Nitekim arabasına binmeden Ali’yi kendinden uzak durması için uyarır. Bu uyarıda artık hayatında sorun istemediğini hissederiz derinden. O kadar mutludur ki, can düşmanına bile kendisinden uzak durduğu müddetçe aldırmayacaktır, görmezden gelecektir. Ali ise hapisteki günlerinin sorumlusununu kendisi olduğunu, silahı Demir’lerin evine koyduğunu itiraf ederek meydan okur Demir’e, buna kayıtsız kalamayacağını bilerek. Ali’yi bırakıp arabasına binerken Demir’in telefonu çalar... evindeki yangın haberi gelir... Asi... Asi nasıl?

Demir evlerinin köşesinden, o bize çok tanıdık sokağa dönerken kolları kanat gibi iki yanına açılmış... ayakları yere değiyor mu?... Elinden gelse uçacak... kontrollü halinden eser kalmamış... Karanlığın içinden çıkıp yüzünün ilk aydınlığı bulduğu kareyi donduruyorum... yangın’ın vehameti bütün çıplaklığıyla gözlerinde... ağızının yuvarlaklığında... Bu boyutta bir şey bekliyor muydu?... Sanmıyorum... kötü şeyleri hep bekleriz ama hep de beklediğimiz kadar kötü bir şey bulmamayı umarak... Demir’in yüz ifadesinde ise umutlar yerle bir... “açılın... bıraaak...karım içerde” diye feryat ederek once kalabalığı ardından görevlileri aşmaya çalışıyor... Gözlerini Asi bürümüş... çığlıkları içimizi parçalıyor... buradaki karelerini de dordurmaya çalışıyorum ara ara, yüz ifadesini daha rahat yakalayabilmek için... ne mümkün!.. bir çılgın... bir deli... zaptedilemez bir güç... Nasıl bir şeyse, o hengamenin içinde dondurduğum karelerden biri Demir’in nikah yüzüğünü taşıyan eli oluyor... ironik bir şekilde... yüreğimin yorulduğunu hissediyorum onların acılarıyla... tıpkı Asi gibi, bütün aksilikler onları mı bulur diyorum kendi kendime...

Demir insanların elinden kurtulmayı başarıp, bir tekmeyle yanmakta olan kapıyı açıp evlerinden içeri giriyor... Yine donduruyorum kareyi... kendime eziyet ettiğimi bilerek... Geride bıraktığım yorumlarda kim bilir kaç kez bu kapıdan soktum onları evlerinden içeri, kimi zaman tek tek kimi zaman birlikte, kimi zaman kırgın, kimi zaman üzgün... ama bu seferkine tahammül mümkün mü? Demir alevler içinde yanan kapıdan yuvalarına süzülürken bu ilkel acının iyice yüreğime çöreklendiğini hissediyorum... bu evi bu şekilde, alevler içinde görmek istediğimden e.min değilim... Demir “Asi” diye haykırarak ona sesiyle ulaşmaya çalışırken ilk baktığı yer yatak odaları oluyor... Demir yatak odalarından çıkarken, bir kez daha donduruyorum görüntüyü... Demir’in Asi’yi doğduğu eve getirdiği ilk gece, şu anda seyrettiğim sahneleri gücendiren bir ıslaklıkla hücum ediyor düşüncelerime.. Her ikisininde sırıl sıklam sığındıkları bu oda onlarındı... peş peşe girdikleri ilk dakikadan beri... ikisinin yeriydi... şimdi alevler içinde... Hatıraları akın ediyor üstüme üstüme... Demir’in Asi’yi kitap okurken buluşu... Şahmeran’ı gösterişi... masum geceleri... gelinliğini hediye edişi... Asi’nin boşanma dilekçesini buluşu... Demir’in ayna’yı kırışı... Ekranda donmuş alev görüntülerinin içinde onlarca sahne gidip geliyor peşpeşe... Bu evde hepimizin hatıraları var... evi sevmiş olduğumu hissediyorum ve onu kaybetmek bana da kötü geliyor.

Demir’in ikinci baktığı yer oturma odaları... Asi’nin kendi elleriyle hazırladığı masa... önceleri Demir’in kullandığı, bu akşam Asi’nin uyuyakaldığı kanepe... yangın yeri... Bana acı veren bu görüntülerde bu kadar oyalanmamın nedenini soruyorum kendime... Veda eder gibiyim... evet, evet, veda eder gibiyim Kuşlu Ev’e... bunu anlıyorum... Bu haliyle alevler içindeyken bile, sonrasında gördüğümüz o bitmiş bina’dan, geride aşklarına ait artık hiç bir iz kalmamış yıkıntıdan güzel görünüyor gözüme... Görevliler, canhıraç bağırışlarından başka artık tutunacak bir şeyi kalmayan Demir’i zorla, sürükleyerek evden dışarı çıkarırken, yüreğimiz de payına düşeni alıyor... Kuşlu Ev’e hoşçakal diyoruz...

Demir hala görevlilerin arasında... evin hemen dışındalar... zor zaptediliyor... bağırmaktan yorgun... sesi ne pahasına olursa olsun Asi’ye erişebilmenin tek yolu... biz tükendik çoktan... ama Demir her haykırışında bir kez daha Asi’ye seslenmek için güç buluyor kendinde... itfaiyenin müdahalesi ile alevler söndürülüyor... kalabalık artmış... olay yerine gelen Namık Bey’den medet umuyor Demir... Haykırmaktan kızarmış yüzü isle kaplı... garip bir ton hakim suratına... Burada dondurabildiğim bir karede, suratı mermerden bir görütü veriyor... gözler kısılmış, yüz çizgileri kat kat kabarmış... boyun damarları şişmiş... görevliler onu hala göğsünden kavramış hareket etmesini engellerken artık yalvarıyor içeri girebilmek için... zaten alevler de sönmüş...

Namık Bey ile birlikte evlerine girebiliyor Demir... itfaiyecilerden aldıkları bilgi, evde kimsenin olmadığı yönünde... Yanmış oturma odalarına bahçeden bakarken, Asi’yi orada canlandırdığını hissediyorum... bundan e.minim... aslında onun ne düşündüğünü, ne hissettiğini de bildiğini sanmıyorum pek... tutunacak bir şeylere ihtiyacı var... bize dönük sırtı yalnız, yapayalnız bir görüntü veriyor... dokunmak istiyorum... yalnız olmadığını hissetmesi için... ama elim omuzuna ulaşamadan kalakalıyor... tıpkı onun gibi bizim de kafamızda sorular... Asi nerede? Namık Bey bizim yerimize soruyor “Demir, Asi evde miydi? e.min misin?” Bu soruyla Demir sıyrılıyor hayalden... savcıya dönüyor yüzü... yaşadıklarına katlanmaya çalışırcasına bir ifade yüzünde... “Beni bekliyordu”... dışarı çıkarlarken, odanın eşiğinde birikmiş suda yüzen yanmış nikah resimleri gözüne takılıyor Demir’in... tutunacağı şey yine sudan geliyor ona... ama bu kez sudan nefret edebilir Demir diye düşünüyorum... duvara yaslanırken soluğunu mu koyveriyor yoksa son nefesini mi?... Hayata da ayakta kalmaya da gücü yok... çöküyor... ağlıyor... daha yarım saat mi oldu onunla paylaştığı bakışlar... hatıralara erişmek ne kolay... peki ya Asi’ye... gücümüz buraya kadar işte... sevdiğimize kadar... onun yokluğuna kadar... geç kalmak... orada olamamak... herşeyi bitiriyor... boşluk... sadece uçsuz bucaksız bir boşluk yaşam o an ... karısını aşkla izleyen Demir’in gözlerinde gördüğümüz yaşdır o an...

Kerim varıyor olay yerine... Asi’nin yanan evde olmadığı anlaşılmış... ama sorular bitmiş değil... nerede olabileceğine dair fikir yürütmeler başlıyor... Kerim Demir’i sakinleştirmek ve onu Asi’nin yaşadığına ikna etmek çabasında her şeyden önce... nitekim Demir’in derin soluklandığını görüyoruz... gözleri evin kapısından içeriye doğru kayıyor... Kerim Asi’nin kaçmış olabileceğini söylüyor ama “o zaman şimdi nerde... Asi nerde?” diye sorguluyor Demir hırçınlıkla... cepten İhsan’ı arıyor... olumsuz... İhsan’nın hiç bir şeyden haberi yok... ama burada net bir şekilde İhsan’a “baba” diye seslendiğini duyuyorum... bu kelimeyi ne olurdu daha keyifli bir zamanda teleffuz etme şansı olsaydı, diye de hayıflanıyorum....

Asi’nin sırra kadem basar gibi ortadan kaybolmasına Namık Bey “Başka bir iş var bunun altında” diyerek yeni açılımlar getiriyor... yangının durup dururken çıkmamış olabileceği... tehtid alıp almadığı... düşmanı olup olmadığı... kaçırılma ihtimali... Demir için artık herşey daha anlamlı... gözlerinini yere dikip bakarken kafasında taşların yerli yerine oturduğunu duruşundan anlıyorsunuz... Namık Bey devam ediyor... hatta kolundan tutup silkeliyor Demir’i “Asi’nin başı belada mı oğlum, söylesene?”... Demir kafasındaki eylem planını uygulamaya başlıyor... ilk durak çiftlik evi... depodan tabancalar alınıyor... ortağı zaferle buluşmaları silahların ve bağrışmaların gölgesinde başlıyor...

Diğer tarafta, Asi görüntüye geliyor... onunda yüzü gözü is içinde, saçlar dağılmış... hayal meyal bir şeyler hatırlayabiliyor... yangın... “debelenme” diyen bir ses... dudaklarından ilk çıkan söz “Demir”... uyandığı odayı kolaçan ediyor... çıkardığı seslere... kaçıranı geliyor elinde yemek dolu tepsiyle... Asi yine bizim bildiğimiz Asi... yemekler yere savuruyor... elinde sılahı olmasına ragmen adamın üzerine yürümekte tereddütsüz...

Bu arada Zafer ve Demir hesaplaşmaya başlıyorlar... Zafer’in haksız olduğunu söyleyebilir miyiz? Ortak olmak isteyen Demir... İhaleye girelim diyen Demir... Fabrikayı kurmak isteyen Demir... sonrada bir anda ortaklığı fesh eden yine Demir... hata... hata... hiç bulaşmamalıydı... öfkenin, gururun Demir’in gözünü kör ettiği zamanlarda verilmiş kararlar... Demir’e yakışmayan kararlar... Demir tıpkı emniyette eksik ifade veridiğinde olduğu gibi bu yalnış çıkışlarının da bedelini ödeyecek... Her zaman ödemez miyiz? Anlaşmayı imzalamadan önce Asi ile konuşmak istiyor... hiç bir şey umurunda değil... itiraf da ediyor... “Tek bir şey istiyorum... karımı” ... Yangından beri umuda küs bakışlarında bir canlanma beliriyor... gözleri Zaferin yüzüyle ellerinde tuttuğu, onu Asi’ye ulaştıracak telefon arasında gidip geliyor... Sevgilisinin sesini duymak için beklerken,“dakikalar geçmek bilmiyor, hatta saniyeler”... elini uzatıp telefonu aldıktan sonra uzaklaşıyor diğerlerinin yanından... hala esmer bir korku sesin tonu “Asi” diye seslenirken... Asi’de farklı bir mekanda aynı davranışı sergiliyor... uzaklaşıyor kaçıranından... Sesleri ile kurdukları iletişim fiziksel boyutta neredeyse... o kadar savunmasızlar ki şu an... Asi iyi olduğunu, sadece niye orada olduğunu bilmediğini söylüyor ve soruyor “Sen biliyor musun?..” Hatam... benim hatam diyor Demir’in gözleri... dili başka söylese bile... hiç bukadar Asi’nin yanında olma ona dokunma ihtiyacı hissetmedi belkide Demir... yüreğinin kavrulduğu yüzünden belli... inanılmaz bir şey oluyor ekranımda... durdurduğum karede Asi ve Demir’in görüntüleri silüetler halinde birbirinin üstünde kalıyor... Asi’nin incili parmakları Demir’in yüzünde... her zamanki gibi... ona güç vermek ister gibi... pentimento misali bu resimdeki acıyı, üzüntüleri güzel duygularla örtmek, kapatmak ister gibi gizli bir güç... filmlerde bunu yapabilmenin bir yöntemi var mı, bilmiyorum? Konuşmaları kesilip, elinden telefonu zorla alınırken Asi’nin saçları bir tarafa gözleri bir tarafa savruluyor... erken bastırmış bir sonbahar gibi yağmurlu bakışları... itirazlar beyhude... Demir’in konuşmanın kesildiğini idraki ise bir kaç saniye alıyor... elindeki telefon alınırken işbirliği içinde bırakıveriyor... ama Asi’yle konuşurken saklı kalan hırçınlığı bir anda fışkırıyor, nasıl bir tehlike içinde olduğunu hesap etmeden boğazına sarılıyor Zafer’in...“Asi’nin kılına zarar gelirse öldürürüm seni.”...

Fabrika için imza atılıyor... Asi’yi almak üzere buluşma yerine gidiyorlar... bu arada Asi boş durmuyor, kulübeden kaçıyor... onu kovalayanların silah sesi bölgede yankılanıyor... tek el silah sesi... ama Demir ve Kerim’i harekete geçirmeye yetiyor... küçük bir arbede sonunda kendi silahlarını Zafer’in adamlarından alan Demir ve Kerim, sesin geldiği yöne, Asi’yi bulmak üzere koşmaya başlıyorlar... Demir Asi’ye sesleniyor... bir ağacın altına sinmiş olan Asi’nin başı aniden hareketleniyor... nerede okuduğumu hatırlamıyorum ama bir söz kalmış aklımda, nasıl da uyuyor Asi’nin şu anki haline ... “kuşları ürkütülmüş bir dal gibi”... aynen öyle... böyle bir anda kocasının sesini duyduğunda yaşadığı hisleri nasıl tarif edebiliriz.... neyle ölçümleyebiliriz... yüreğinden ilkten açan ümit midir?... buna müsade edebilir mi?... yoksa sanrı mı sanır? O nedenle midir ki ancak Demir’in ikinci seslenişinde kalkıyor ayağa... sesin geldiği yöne doğru seyirtiyor... ama ormanlık alanda yönü de uzaklığı da kestirmek güç... kocasına seslendiğinde sesini duyurmayı başarıyor ama yerini belli etmiştir artık... yakalanıyor... uzaktan uzağa duydukları sesleri bulsa bile birbirlerini kavuşmaları yabancı kalıyor...

Demir ve Kerim, ormanlık alanda ağzından laf aldıkları adam sayesinde, Asi’nin izini Cevizliköy’e kadar sürüyorlar... bizim için dakikalar Demir için saatler süren ayrılıkları sonunda Asi’yi tekrar görüşü boğazına dayanmış bir tabanca namlusunun tehtidinde oluyor... sevdiklerimizi tehlike altında düşünüp korkarız, ürkeriz, endişeleniriz, bunu bilincimizin sinmiş bir köşesinde taşır, çok da gün yüzüne çıkarmamaya çalışırız... ama... ya o tehtit artık çıplak gözümüzün önündeyse... soğuk bir namlunun ucundan çıkacak bir kurşuna bağlıysa her şey... ne kadar serin kanlı kalınabilir... Demir’in gözleri Asi’de... elindeki silahı yavaşça yere bırakıyor... ağlayan Asi’nin dudaklarından bir tek “ Demir” sözü dökülebiliyor... tabanca gırtlağına baskı yapıyor olmalı, kesik kesik öksürüyor... Demir’in elindeki silah bir tehtit unsuru olmaktan çıkınca, serbest kalan Asi’ Demir’e koşuyor... sarılıyorlar... dengeleri kayboluyor bir an... Demir Asi’yi de kucaklayarak ileri doğru birkaç adım atmak zorunda kalıyor... sanki hiç bir zaman yeteri kadar yakın olamayacaklarmış gibi gövdeleri birbirine dolanıyor önce... ardından alın alına, elleri boyunlarında, enerjilerini geçiriyorlar... tekrar sarılıp kucaklaşmadan Demir Asi’nin sol yanağına telaşlı bir öpücük konduruyor... başını saçlarına, boynuna gömüyor... sağa sola yalpalayarak birbirlerini hareketleriyle de algılamaya çalışıyorlar... elleri bir ellerinde... bir saçlarında... bir sırtlarında... Asi’nin saçları Demir’in alnında... hangisi önce... hangisi sonra... bu sarılış keder kokuyor... Erken ve kolay gelen bu kavuşma benim de içmi burkuyor... bu kadar kolay olmayacağı, sorunların bu kadar çabuk bitmeyeceği aşikar...

Şartlar gereği Asi’yi bulduğu evde bırakmak zorunda kalan Demir’i kapıyı eşinin üzerine kaparken görürüz... bir an için duruyor Demir... yine “ayrılık”... yine “o ikiz kardeşi ölümün” ... ne yamandır... ne zalimdir... bırakmak... Demir kapı önünde tereddütlüdür... patikaya çıktıklarında da sanki Asi’yi görebilecekmiş gibi dönüp arkasına bakıyor... tereddütlerini muhafaza ediyor her bir attığı adımda... Şehre dönüşlerinde emniyette sorguya alınıyorlar... sorgu odasında yalnız kaldığında bir eli alnına gidiyor önce... ardından diğeri... başını sıvazlayarak aklına mukayet olmaya çalışıyor... hovarda düşünceler bir ileri bir geri... Asi Demir bir ileri bir geri... başı ellerinin arasında... yüzünü sıvazlıyor... bu odaya bir evvelki gelişi çaresizlikler içindeydi... şimdi buna bile geçit yok... çare O olmak zorunda...

Bu arada Asi, masalların içinden bir masal... bir su masalı... deniz köpüklerinin... bir deniz kızının... fedakarlık masalını... özveri masalını anlatıyor... kucağında hasta yatan çocuğa?... Yoksa, bize mi?

Olan biteni İhsan Bey’e izzah etmek ise başlı başına ızdırap oluyor... Tek bir soru bitiriyor Demir’i... “Ya işler dediğin gibi yürümezse ne olacak?”... bunun düşüncesi bile titretiyor hem Demir’i hem bizi ...

O akşam otelde kalıyorlar.... Asi’nin tehlikede olduğunu bilmek onun gerçekçi düşünme yeteneğini de almış gibidir elinden... Kendini koltuğa bırakırken Kerim’le korkularını paylaşıyor... Asi’yi yanan evde bulamayınca nasıl ölmek istediğini... nasıl herşeyin silindiğini... çaresizliğini anlatıyor. Korku aynen dediği gibidir... hayatı boyunca bu korkuyla yaşayacağı da bir gerçek... hatta fazlası korunaksız yüreğimizde..., yarın, sonra, daha sonra korkusu değil sadece, uykusunda da bu korkuyu yaşıyor olacağıdır... gece uyanıp yanında soluklarını duyduğunda bunun ne kadar daha devam edebileceği... bir gün olupta bu solukları duymadığı bir zamanın geleceği... ve ne kadar korkarsa korksun bunun bir gün olacağı... bundan kaçılamayacağı gerçeği, yüreğime nereden geldiği belli olmayan, demirden bir örs çökertir bütün ağırlığıyla... “Böyle bir sevginin yerini tutabilecek başka hiç bir şey yoktur”... gerçek bu işte...

Gece... Asi yıkıntılarda... Demir şehirde, otelde... her ikisininde ciğerlerinde derin soluklar... ne düşünüyorlar... bu bölüm sıkça yaptığım gibi görüntülerini donduruyorum... düşüncelerini okumaya çalışıyorum... Asi’nin ve Demir’in dalmış gözlerinde gördüğüm bu gün mü? Hayır. Peki ya yarın? O da gelecek ama şu an değil. Öyleyse nedir? Onların ki gibi bir sevdada... birbirlerini kaybetmenin eşiğine geldiklerinde, sadece bugün ve yarına sahip oldukları değil... aşklarını düne de taşıyabileceklerini farketmeleridir... Asi ve Demir’in tamamına, bütününe sahip olmalarıdır...

Görmüyor musunuz? Asi, masal okuduğu çocuğun sıcaklığı hala göğsünde... eli Demir’in sol kaşının üzerindeki yarada bu akşam... hafif hafif okşuyor... Duyuyor musunuz? Soruyor... “nasıl oldu bu?” Demir tıpkı ona yemek hazırlıdığı akşam olduğu gibi keyifle anlatıyor... nasıl arkadaşını korumaya çalışırken yaralandığını.... nasıl canının yandığını... daha küçücük bir çocuk olmasına rağmen nasıl ağlamadığını... yanında kimse olmadığı için bu yarayla kendisinin uğraşmak zorunda kaldığını... Bakın, bakın... Asi gözünde bir damla yaş, ensesinden kavrayarak çekiyor Demir’i kendine... yaranın üzerinde gezdirip dudaklarını, okşar gibi öpüyor izi... soruyor... “geçti mi?”

Ya Demir’i görmüyor musunuz?.. Gözleri Asi’nin gözlerinde... “seninle ben de çocuk olmak isterdim... çocukluğunda da olmak isterdim” diye mırıldanıyor... “Baban sana tayını aldığında bütün vaktini onunla geçirip, beni ihmal ederdin”... “Ama buna uzun boylu müsade etmez, gelip saçını çekerdim”... ellerini Asi’nin saçlarına daldırıp, hafifçe çekiyor... yüzünü dalgalarına gömüyor... derin bir soluk alıyor... Demir’in, otel odasının perdesini hızla iki yana çekerken koyverdiği çocukluğundan gelen o solukdur işte...

Onların da benim gibi bu hayallere sığınmak tan başka çaresi yok bu akşam... bu hafta...