Sample picture
 
.....
Gücümüz yetmese de
Yeri, göğü sarsmaya,
Yine de sahibiz gerekli cesaret ve isteğe.
Zaman ve kader bizi zayıflatsa da
İrademiz yeterlidir,
Çabalamaya, aramaya, bulmaya
Ve asla pes etmemeye.

Alfred, Lord Tennyson / Ulysses

Demir Antakya’yı terkettiğinde ne işlerinin başına döner ne de İstanbul’a... Assos’a yerleşir... bir balıkçı teknesinde yaralarını sarmaya çalışır. İşleri Kerim takip etmeye başlar.

Asi, sağlıklı bir hamilelik geçirir ve doğum yapar, Demir’in onu terkedişini takip eden bir Kasım sabahı... bir kızları olur... Asya... Organik tarım işini büyütür... ihracata başlar. Defne, Cemal Dede’sinin konağını Restoran yapar, yöresel mutfak yemekleri üzerine işletmeye başlar.

Süheyla ve Namık Bey, Melek’in ölümünden sonra, başka bir bölgeye tayinlerini isteyerek Antakya’dan ayrılırlar

5 yıl geride kalmıştır...

Namık Bey’in emekli olmasıyla birlikte Süheyla Hanım ve Namık Bey, çiftliğe geri dönme kararı alırlar... Ankakya’ya varmak üzereyken geçirdikleri bir trafik kazasında Süheyla ağır yaralanır...

Pancar Motorun gürültüsü ulaşıyor önce bize... bir tek ... bir çift... pata pata... “kaptan... yanaş”... balıkçı barınağına yaklaşan küçük bir tekne görüntüye giriyor... dümende Demir... rıhtıma yanaşıyor... baş ipini atıyor kendisini rıhtımda bekleyen Kerim’e... aykırı görüntüler bize... bakımlı görmeye alıştığımız iş adamı gitmiş... başında bere, yüzü traşsız... üstü başı dağınık... yüzünden düşen bin parça... gergin... mutsuz... kerhen yaşamda... inzivaya çekilmiş, hayattan elini eteğini çekmiş, hele hele beş sene her şeyden uzakta kalmış bir adam için... nasıl bir ifade o öyle...

“Hayırdır Kerim!.. habersiz geldin”... SüheylaHanım’ın kaza haberini alıyor dostundan... Yola çıkıyorlar apart topar... Namık Bey’i arıyor arabadan, teyzesinin son durumunu öğrenmek için Demir... Süheyla’nın bilinci hala kapalı... bu arada dikkatini Giresun yoluna sapmadıkları çekiyor... yani Süheyla ve Namık Bey’in yaşadıklarını sandığı yere... uyarıyor Kerim’i... ama yanlış yolda değiller, çünkü Antakya’ya götürüyor onu Kerim... “Nee”.. Demir’i tanımasam gözlerindeki ‘korku’ diyeceğim... bölümün başından beri izlediğimiz “bezgin” ifadeyi bile aratıyor bir anda donan bu yüz... geçmekte oldukları tesisi gösterip söyleniyor “gir şu benzinliğe”... araba durur durmaz kendini dışarı atıyor... yaptığı ilk iş kafasındaki bereyi çıkarıp almak... keşke düşüncelerini de alabilse kafasında böyle kolayca... belliki hafif bir esinti var... parkasının etekleri havalanıyor... Kerim’de çıkıyor arabadan. “Ne demek oluyor bu”... kazanın Antakya yakınında olduğunu söyleyemediğini itiraf ediyor Kerim... Demir’in bir kenara çekildiğini, onu bir türlü kıpırdatamadıklarını söylüyor, eğer Antakya’ya gittiklerini söylese onu yola çıkaramayacak olduğundan bahsediyor... bu doğru... Demir de biliyor... Elini yüzünü yıkamak... belki kendini rahatlatabilmek ve biraz da yalnız kalabilmek için uzaklaşıyor... su çarpıyor yüzüne... alevini alır belki ruhunun... kendine getirir belki onu... ama yanılıyor... aradan geçen onca zamana rağmen herşey bir kaç su damlasıyla tekrar yanıbaşında...

Beş yıl aradan sonra ilk kez görüyoruz Asi’yi... işte tanıdık bir görüntü!.. asker adımı gibi kararlı ama yaylanırcasına bir yürüyüş... onunda paltosunun etekleri savruluyor sağa sola... ihraç edeceği sebzeleri için, ahşap kasa imalathanesinde ustayı arıyor. Ayrılık yaramış diyesim geliyor Asi’ye... olgun, çekici bir kadın duruyor dondurduğum görüntüde... hala sade, ama gözlerdeki sürme her şeyi değiştiriyor... bir iş kadını artık o, sadece toprağıyla uğraşan bir çiftçi değil... ve bir iş kadını olarak da kendi tarzını bulduğunu görüyoruz bölüm boyunca... Ali ile çalışırken kendini sokmaya çalıştığı yapay görüntü yok, içinde rahat edemeyeceği kıyafetler yok... kimseye benzemeyen... zaten benzemekte istemeyen Asi’yi görüyoruz... Ökkeş geliyor, telaşeli... sorun Asya... Asi gibi asi olduğu, başına buyruk olduğu daha bu yaştan belli... kimseler tutamıyor onu... peşine düşüyor kızının Asi... gideceği yerler belli... yeni doğmuş kuzunun peşinde olmalı... harekete geçiyor hemen... sürünün otlağa çıkacağı yolda, görmüyor henüz onları, ama çıngırak sesleri doğru iz üstünde olduğunun kanıtı... otlakta düşüyor peşlerine.

Demir ile Kerim’in yolu uzun... Antakya’ya yaklaştıkça Demir sessizleşiyor gibi... hele köy yollarına vuruldukça araba Demir’in gözleri dağda-bayırda... Kerim soruyor “Ne düşünüyorsun?” Yanıt yok. “Kalıbımı basarım Asi’yi düşünüyorsun.”... Yine yanıt yok. “Hiç merak etmedin mi?”... Hayır... “Yalandan kim ölmüş!”... sağolasın Kerim... hiç sözünü sakınmazsın zaten... “Bir kere bile aramadın mı?”... nedense şaşırtmıyor beni Demir’in cevabı ama afallatıyor... bu kadar açıktan verilen bir mesajı beklemiyorum... “ O da aramadı...” Demir’in gözleri merakla Kerim’e kayıyor, hiç haber alıp almadığını soruyor... bilgi almaya çalışıyor ... Kerim, kulaklarını kapadığını, hiç bir şeye cesaret edemediğini, o şehri düşünmek istemediğini, düşündükçe suçluluk duyduğunu, onu mutsuz ettiğini, huzurunun kaçtığını söylerken her ikisininde duygularına tercüman oluyor aslında...

Yolda unuttukları bir şey var... görüntüye sürüyü yoldan geçirmeye çalışan çobanlarla, kırmızı paltolu, allı yemenili bir küçük kız giriyor... yol kapalı... Demir, yüreğine dağlanan hatıralar pahasına öğrendi korna çalmaması gerektiğini... ama Kerim, yolu açmak için sabırsızlıkla kornaya basınca Küçük Kız’dan alıyor cevabını... “kornaya basmasana... korkutuyorsun kuzularımı”... Bir yavru kuş... masum... tertemiz bir varlık... Demir’i kabuğundan çıkarıyor kısa bir süre için... önce arabanın penceresinden konuşmaya çalışıyor, ‘çoban kardeş’ ile Demir... ama sonra dayanamayıp arabadan çıkıyor... çoban kardeşin kuzusunu satın almaya çalışarak konuşma konusu yaratıyor... gözleri yumuşuyor... hatta gülüyor küçük çoban parmaklarını kaldırıp “ bu kadar hafta sonra gel, sana yeni doğmuş bir tane satayım” dediğinde... onun yüreğindeki zindanına da mı güneş ışığı düşmeye başlıyor yoksa?.. Demir’in gözlerinde gördüğüm ne? ... Horoz şekeri karşılığında, yeni doğacak kuzuyu herkesten önce bu amcalara satmaya söz veriyor küçük çoban. Elinde horoz şekeri, kucağında Demir’in yerleştirdiği kuzu, sürüye yöneliyor... artık ilgisini kaybetmiş gibidir gerideki yabancılara... Demir arkasından sesleniyor “Adın ne senin?”... “Asya”... kuzulara minik adımlarıyla yeşitmeye çalışırken, Demir gözlerini kısarak ardından bakıyor... küçük kız onu etkiledi, evet... ama gördüğü, Asi’nin küçüklüğü, düşündüğü ise çocuklara ‘güzel isim’ler koyan bir kadındır o an... hiç kuşkum yok.

Asi buluyor Asya’yı sonunda... ama habersiz... kıl payı kaçırıyor Demir’i... Demir’de saçlarından rüzgar geçen kadınını... Asi bir elinde, daha demin Demir’in tuttuğu horoz şekeri, diğer elinde kızının kenetlenmiş parmakları ayrılıyor bayırdan... horoz şekerinin sapında buluşan dokunuşları seneler sonra ilk bağları oluyor...

Asi ve Asya, şehre, Defne’nin lokantısına geliyorlar... sohbet sırasında, Asya’nın o gün yabancılarla konuştuğu ve onlardan şeker aldığını söyleyiveriyor Elif... tam bu sırada da İhsan, Neriman’ı ararayak Süheyla ve Namık’ın geçirdiği kazayı, Demir ve Kerim’in Antakya’ya geliyor olduklarını haber veriyor... Asya’nın bıcır bıcır konuşmaları arasında ‘Kerim’ demesi herkesin dikkatini çekiyor bir anda... anlaşılıyor ki çoktan gelmişler...

Demir ve Kerim bilinci yerine gelen Süheyla’yı ziyaret ediyorlar yoğun bakımda... konuşmalardan anlıyoruz ki Demir geride bıraktığı bu beş senede Süheyla’ya da hiç gitmemiş... senede dört kere aramış... sadece Asi’den değil... ailesinden de uzaklaşmış...

Kozcuoğlu Çiftliği... akşam hazırlıkları... küçük kızlar yatırılıyor... yan çiftlikte ise hareketlenme var... çok uzun bir aradan sonra, Arif kahyanın yeniden açtığı çiftik evine geliyor yolcular... Kerim, kahya ile sohbet ederken Demir’in acı, merak ve özlemle Kozcuoğlu çiftliğine doğru dönüşünü izliyorum... sabitliyorum bu görüntüyü... Hani karda oynarsınız da elleriniz artık bir noktadan sonra hissetmeyi unutur ya... ve ardından sıcak bir ortama girdiğinizde sızım sızım sızlar parmaklarınız, tekrar hayata dönüşü acılıdır o donmuşluğun... Demir Antakya’ya geldiğinden beri böyle işte... onunda senelerce donan yüreği bir dönüşüm içinde... şimdi sızlayarak çözülüyor... gözünün değdiği her yerde, içine çektiği her nefeste biraz daha ... biraz daha sızlıyor... acıyor... ama yaşama dönüyor... kaçtığı gerçeklerle yüzleşiyor... Yorumumu kesip, bu düşüncelerimin bana hatırlattığı bir yazıyı karıştırıp buluyorum kitaplarımın arasından...
“Gerçek... altında ayağınızın buz kestiği bir yorgana benzer!..
Bu yorganı ne kadar çekiştirsek, ne kadar düzelsek, yine de bizi tamamen örtmez.
............
Ağlayarak, dünyaya geldiğimiz andan... ölüm bizi bu dünyadan çekip alana kadar, ne kadar ağlayıp sızlasak da ayaklarımız hep açıkta kalır!” (I)
... Haklı çıkaracak bunu yazan genç ozanı yaşananlar... hep açıkta kalacak kayıplarındadır onu donduran şey... öyleyse, Demir... yorgana, gücenme... sarın...

Asi ve Defne, terastaki salıncaktalar... her ikisininde bakışları senelerdir karanlık görmeye alıştıkları, ama bu akşam bahçe lambaları yanan komşu çiftlikte... Birşey söylemelerine gerek yok...biliyorum ki geceler boyu o karanlığa daldı gözleri baştan... kimi zaman gizli saklı, kimi zaman açıktan... karanlığa akseden hatıralarda harcandı umutlar... beklentiler birbiri ardından tükendi... gün be gün, ay be ay... bir türlü yanmayan ışıklarda büyüdü o noktanın karanlığı... erişti ruhlarına kadar. Lambalar pek bir şey değiştirememiş bu akşam... aydınlık belki ama ışıksız, yaşamdan çok uzak o çiftlik yine bu akşam...

Asi’nin kabullenmesi kolay olmadı olan biteni... ama kadın her zaman erkekden daha güçlüdür hayata karşı... hele çocuğunun olacağını bilmek Demir’den çok farklı bir noktada başlattı onun ‘yalnız’ hayatını... mücadelesinde, çocukları ve sevdiğinin dönme hayaliyle bağlandı bu zorlu hayata... düşledi... bekledi... istedi... kaç kere telefona uzandı eli... kaç kere kapısına dayanmak istedi... konuşmak ve anlatabilmek olan biteni kendi gözüyle...bilinmez... akıl ermez... ama gurur yok mu... o gurur... hele, vaktinde hayatlarının gidişatına müdahale edemeyişindeki pay ve suçluluk duygusu... Umutlar tükenmez demeyin... tükenir bir gün... hatta tükenmekten de beteri olur... umut ettiğiniz şeyin olmasından korkar hale gelirsiniz... tıpkı Asi’nin şu an yaşadığı gibi... başka türlü korkular kafa tutar yüreğinize artık... Asi de “çok yoruldu, gücü kalmadı... herşey kendiliğinden düzelse... olmaz mı?”

Ertesi sabah erkenden yürüyüşe çıkan Demir, Asya ile karşılaşıyor yine... Asya’nın Kozcuoğlu çiftliğine girdiğini gören Demir ne düşüneceğini bilemiyor... merakla onun arkasından bakıyor ve gözleri çiftliğin duvarlarını tararken beyninin hızla işlerken çıkardığı sesleri duyuyoruz neredeyse... Bu arada Süheyla erkenden hastaneden çıkıyor... çiftliğin salonunda Arif kahyadan geride kalanlarla ilgili bilgi almaya çalışıyor... kendi tabiriyle dedikodu ediyorlar... eski gelinlerini merak etmesi çok doğal... değil mi?... Arif dikkatli yanıtlar veriyor... Süheyla “her ikiside yeniden evlenmedi, öylemi?”derken Demir giriyor salona... kulak misafiri olduğu bu konuşma yüreğine su serpiyordur diye düşünüyorum... haklı olduğumu da biliyorum...

Teyzesini iyi gören Demir, o gün dönmek istediğini söylüyor... Süheyla ise biraz daha oralarda kalmasından yana... ikna etmeye çalışıyor Demir’i... tek başına zor zamanlar geçirdiğini bildiğini söylüyor... aklı hep yeğenindeydi ama biliyoruz ki Demir onlarıda istemedi yanında... ne varki, artık hayata dönmeli... çıkmalı şu inzivadan... Demir için bu şehirde olmak ise ‘yaraya tuz basmak’ gibi... anlayın acısını... ‘yapamaz bunu’ Melek’den bahsetmiyor şu an... artık ona yapabileceği bir şey yok... beş sene ölümü anlamak ve nedenlerini istesede istemesede kabul etmek için yeterli ama onun açık yarası hala sevdiği karısıdır... şartların ayırdığı kadınıdır...

Demir her boş bulduğu zamanda kendini dışarı atıyor... gitmekten bahsediyor lakin, özlediği... sevdiği... sevdiğinin yaşadığı bu şehre bu doğaya tapıyor aslında... çamuruna aldırmıyor... yağmuruna aldırmıyor... soğuğuna aldırmıyor. Asya’nın doğum günü pastası için böğürtlen arayan Kozcuoğlu kadınlarına ve onların sohbetlerine kulak misafiri oluyor bu kez de... bölük pörçük konuşmalardan ne kadar anlam çıkarabilir ki... ama Asya’nın annesine çekmiş olduğunu duyduğunda kaşlar iyice çatılıyor... evin kadınlarını tanıyor... kimin çocuğu olabilir, Asya... karşılaşmayı kısa kesip yoluna devam ediyor Demir...

Diğer tarafta Asi ve Asya piknik yapıyorlar gizli bir yerde... Asi’nin gizli yerlerinden birinde... Asya biliyor neden her yaşgününde buraya gelip piknik yaptıklarını... çünkü annesinin burayı çok sevdiğini biliyor. Ama, babasının da burayı çok sevdiğini... annesinin babasıyla paylaştığı bütün o özel yerlere Asya’yı da götürdüğünü... bütün bu özel yerlerde... kendini ve kızlarını Demir’e yakın kıldığını... tıpkı ceketini koynunda tutup koklarkenki gibi... tıpkı yatakta onun tarafında yatıp beklerken ki gibi... şimdi de Demir’le özdeşleştirdiği yerlerde kızlarıyla ve onun anılarıyla birlikte olma güdüsünün onun peşini hiç bırakmadığını... yüreğine giren kuşun peşine düşüp denizlere giden babasıyla ilgili daha pek çok muhteşem anıyla Asya’yı beslediğini... bilmiyor.

Demir giriyor görüntüye artık... yürüyüşü onu tepelere kadar getirmiş... patikada, çocukların yanından sessizce geçiyor... aklında Asi ile geçirdiği son gün... karısının rüzgardan uçuşan saçları yine yüzünde, bu gün gibi hissediyor tellerin dokunuşlarını... saç örgüleri arasına taktığı beyaz yaban gülün kokusu hala burnunda... sıyrılıyor, çocuklara katılmak üzere o tarafa doğru koşan Asya’yı görünce bu gün düşlerinden... ayak üstü sohbet ediyorlar... onunla bir yetişkin gibi konuşan Demir’in bu çocuğu sevdiğini hissediyorum... kuzuyu ondan satın alamayacağını çünkü ertesi gün dönüyor olduğu söylerken gözleri hüzünlü... belki bir daha göremeyceğini düşünüyor onu arkadaşlarının yanına gönderirken...

Asi daha mı farklı kurduğu gün düşlerinde... hayır... değil... Demir’in şehirde olduğunu bilmek onunda dengesini altüst etmiş... ne dokunuşlarını unutabiliyor... ne bakışlarını... ne de parmaklarında gezinen dudaklarını... gece düşleri güne sarkıyor...

O öğleden sonra, Konakta Asya’nın doğumgünü kutlanıyor ve Asi kızına hediye olarak Demir’in sabun kazanına attığı altın kolyeyi takıyor... tek şartı Asya’nın onu kaybetmemesi... Bir ara Ziya Asi’nin yanıma geliyor ve Demir’lerin biletlerini aldıklarını, ertesi gün Istanbul’a dönecekleri haberini veriyor... Nasıl acı bir gülümseme Asi’nin yüzündeki... Demir’in Asya’nın varlığını öğrenmesinden ölesiye korkmasına rağmen... üzülüyor... boş yere heba edilen bu fırsata... belkide bir daha asla yakalanamayacak bu şansa...

Akşam ... Demir’lerin çiftliği... sonunda eve dönüyor Demir... herkes bir aradayken Demir’in çilekeş hayatı gündeme geliyor... Demir itiraz ediyor bu duruma... “Çile falan çektiğim yok!.. Nereden çıkarıyorsunuz bunları!..” Tarafsız bakarsak, çile değil çektiği... Asi’dir... basit bir hayat... küçük bir tekne, sıcak bir kazak... bir lokma ekmek... yetiyor da artıyor bile... fazlası bitirdi onu... güneş doğarken kıyıya yollanıyor, üstünde mavi bir gök... kimseyle hesabı yok... “Seni kaçak” diyorum içimden... gerçeği asıl benden duyun... Ceviz kabuğunda bir yaşamdır bu, kuş kafesinde iki yürek... onun içindir başka bir şeye ihtiyacı olmayışı... teknenin o kısmen mazot, kısmen rutubet kokan garip kokusunda tanıdık bildik her kokudan uzak, suyun salınımlarıyla yaşar Demir... hiç bir gece... başı yastık, gözleri uyku bilmez... suda yakamoz olur sevdiği, yükselen her dolunayda aşık... böyle gecelerde asi olur yürek... dalgalar Demir’i... kıvrılıp kestirilen her köşe Asi’dir, Asi’nin kollarıdır artık... şafağın her doğuşu, güneşin her yükselişiyle kapatır özgürce geceye kanat açan yüreklerini gönlünün kafesine Demir... sabah ayazında ellerini ısıtan bir kupa sıcak çorbada, dümen tutan parmaklarda artık yalnızlık vardır... çorbanın tüten dumanına inat, buz gibi tüten bir yalnızlıktır her yer... ufuk, donuk karanlıktan, önce pembe mora, ardından gri maviye döner... sonrada masmaviye... bunu doğru söylüyor... ancak, kıyıya yapılan bir sefer değil, kolu kanadı kırık bir döngüdür... onu tekrar geceye... zincirlenmiş yüreklerinin birlikte kanat çırpacakları mucizeye taşıyan bir köprü... gündüzlerini geceleri için yaşar Demir... geceye varmak için yaşar... işte gerçek bu!

Dar yatakta... iki yürek yine... Asi ve Asya... Asya doğum gününde aldığı hediyenin heyecanını hala taşıyor o minik yüreğinde... kolyeyi annesine babasının hediye ettiğini biliyor... tekrar ve tekrar dinlemek istiyor bunun hikayesini... üşenmeden anlatıyor Asi...

Gün çabuk ağarıyor çiftliklerde... herkes kalkıyor erdenden... Demir yolcu bugün... evdeki herkesle vedalaşıyor ve ayrılıyor havaalanına gitmek üzere... Kerim’in arabasını alıyor, alanda bırakmak üzere... Planlamamıştı ama yolda Asya’ya rastlıyor yine... bir gün evvelki konuşmaları aklına geliyor ve onu takip etmeden duramıyor... peşine düşünüyor... öbür tarafta Asi, yatak odalarına girdiğinde Asya’yı bulamıyor... kızı yine başı buyruk hareket etmiş... onu dinlememiş... sürünün peşine gitmiş... bu huyunu kimden aldığı belli değil... diyemeyeceğim!... Demir ise Asya’yı tekrar gördüğünde, bir yamaçta tehlikeli bir şekilde aşağıya sarkmış durumdadır... koşarak ve seslenerek geliyor küçük kızın yanına... bir çırpıda uzaklaştırıyor Demir, Asya’yı yamaçtan... Öğrenmek istiyor... “ne yapıyordun orada?”... Anlatıyor Asya, doğum günü hediyesi kolyesini, düşünce nasıl da yamaçta kaybettiğini... bu hediyenin çok önemli olduğunu... çünkü onu annesine babasının verdiğini... bu arada Demir, Asya’yı kucaklıyor, yamaca doğru geliyor... kolyeyi bulup verecek küçük kıza... Asi ise yana yakıla Asya’yı arıyor... Onun kızını gördüğü an ise, Asya’nın babasının kucağında mutlu mesut sohbet ediyor olduğu andır... Asi panikle sesleniyor... ‘Asya’...

Demir dönüyor sese doğru... önce Asi’yi görmenin verdiği şok ardından ardçıl dalgalar geliyor bir bir... Asi’nin bir anne olduğunu öğreniyor Demir... canıyla birlikte Asya’da süzülüyor bedeninden yere doğru... yüreklerinin nasıl çırpındığını kafeslerinde anlatmaya gerek yok... olmamalı... medenice bir çift laf edemeyecek kadar aşıklar birbirlerine hala... büyü olanca gücüyle orada... fazlası hatta... karısının ‘erik tadı’ dudaklarındaki o sırılsıklam öpücüğü almak istiyor Demir... gözleri titriyor... ama kelimelerim gibi ellerinin, dizlerinin, yüreğinin bağı çözülmüş Demir’in... hareketsiz kalıyor O da... kifayetsiz kalıyor... sessizliğe mecbur kalıyor... Asi’nin bakışları gibi geride... güçsüz kalıyor... gözleri birbirine karışan bu iki sevdalıya... bu kavuşmaya kim yetişebiliyor...

Kor ateş olmuş bu yangına cemreler erişebiliyor ancak... düşme vaktidir... düşsünler artık... yetişsinler toprağa... yetişsinler suya

(I) N.H.Kleinbaum , Ölü Ozanlar Derneği, Real Yayıncılık, 1992